Hayatımıza giren tüm yenilikler, hız algımızı değiştirdi. Varılacak mesafeler azaldı, yolculuğun tadını çıkarmak yerine sadece hedefe odaklıyız. Yemek pişirme ve yeme süremiz azaldı. Tüm bu hız içinde keyif almayı göz ardı etmeye başladık. Artık her şey hemen olsun istiyoruz. Bu isteklerin gerçekleşmesi de bizi beklerken sancılı bir sürece itiyor. Markette ya da bankada sıra beklerken huzursuzlanıyoruz. Hatta çoğu zaman birisi gelip önümüze geçmeye çalışabiliyor. Burada kolaylığı kötülemiyorum. Mesela ambulansların hızlı sağlık hizmeti vermesi gerçekten muhteşem bir şey. Ya da bir kuruluşun organize olup, ihtiyaç sahiplerine hızlı bir şekilde cevap vermesi harika… Bahsettiğim şey, günlük hayatımızda, varoluşumuzun dengesini bozmayacak gecikmelerin enerjimizi düşürmesi ve günümüzün geri kalanını kötü etkilemesi.
İçimizdeki tarafın zaman kavramı yoktur. Bilinçaltı geçmişi ve geleceği ayırt etmez. Sadece şimdiyi algılar. Biz hızlandıkça gelişme potansiyeli olan iç yönümüzle bağlantımız zayıflar. Bunun yansımasını hayatımızda görebiliriz. Basit bir gözlemle bu anlaşılır.
Hayatımda bolluk bereket içinde miyim?
Hayırsa, harcama alışkanlıklarımızı gözden geçirmeliyiz. Hesap yaparak bütçemize göre mi alışveriş yapıyoruz yoksa hemen o şeye sahip olmak mı istiyoruz?
İnsanlarla, arkadaşlarımla, ailemle ilişkilerim çok uyumlu ve iyi mi?
Hayırsa gözlemlemeliyiz. Onları sabırla dinliyor ve anlamak için çaba harcıyor muyuz? Yoksa ilişkilerimizde karşı tarafı kurban ediyor ya da kendimiz mi kurban rolüne giriyoruz?
Başımıza gelen olaylara karşı tavrım nasıl?
Olayların içinde kendimizi akışına kaptırıp öfkeyle hızlı çareler mi arıyoruz, yoksa sakin bir şekilde kendimizi olayın dışında tutup, analiz yapıp çözüm mü arıyoruz?
Sabır konusu her inançta vardır ama günümüzdeki öğrendiğimiz yorumlarda eylemsizlikle karıştırılır. Burada bir eylemsizlik varsa bile bu fiziksel bir eylemsizliktir. İç dünyamızda devamlı tetikte ve uyanık olunan bir eylemsizliktir sabır.
Doğadaki diğer canlılar hiç acele etmez. Çiçekler tohumunu saçarken, olması gerektiği zaman saçar. Tohumlar, çıkmaları gerektiği zaman çıkar. Peki insan neden bu kadar aceleci?
Bunun temelinde belki de korkularımız yatıyordur. Kaybetme, sahip olamama korkusu. Peki bu istek kimden geliyor? Öğrenilmiş bir korku mu, yoksa gerçekten kriz anında hayatta kalma içgüdüsü mü? Bizden eski kuşaklar sabrı zor şartlarda zorunlu olarak uyguladıkları için olsa gerek, daha iyi biliyorlar sanki. Aktif bir şekilde moralini bozmadan çözüm sürecini beklemek.
Birçok dinde oruç vardır. Çok çeşitli şekillerde vücudun temel ihtiyaçlarına isteyerek ara verilir. Aslında burada insan, kendi irade gücünü sınar. Sabırla tutulan oruçlu kişi ile kendini tutmak zorunda hissedip oruca “katlanan” kişinin eylemsel farkları vardır. Oruç tutmakta bir çok yorum vardır. Bizim kültürümüzde en yaygını, fakirlerin halinden anlamak en yaygınıdır. Bana göre oruç, insanın bir iç yolculuğudur. Tabi ki benim gibi herkes kendince bir anlam bulmalıdır. Ama bu anlam dışa yönelik değil, “Bana ne katıyor?” sorusunu cevaplamalıdır.
Sabrı ve metaneti pekiştirmenin en güzel yolu, yaşadığımız küçük gecikmelerde ya da tersliklerde derin bir nefes alarak kendimizi olayın merkezinden uzaklaştırıp, sanki birinin hayatını izliyormuşçasına bir bakış açısı edinmek.
Şu an çoğunlukla evde kalmak zorunda kaldığımız, dışarıda olsak bile sosyalleşemediğimiz bir dönemdeyiz. Sürece direnç bizden götürür. Ama kabul edip metanetle karşılamak ve gerçekten sabretmek, adaptasyonumuzu güçlendirecektir. Biz de nine ve dedelerimiz gibi zorunlu bir süreci yaşıyoruz.
Peki bu süreçte bizim için ne var? İşte bunun cevabı, geçirdiğimiz bu pasif yolculukta ne ekiyorsak sonunda biçeceğimiz şeydir.
Yorumlar
Yorum Gönder